Gel de İstanbul’u sevme! Niye mi? Pek çok neden var elbette, ama bu Pazar yaşattıkları bir kez daha gel de İstanbul’u sevme dedirtti… Bir şehir, iki mevsim, üç ada… Pazar gününe sığdırdıklarımızın başrol oyuncuları…
Heyecandan mı sıcaktan mı bilmiyorum yine erkenden uyandım bu Pazar. Her Doğa Gezginleri etkinliği öncesi haberleşir birlikte yola çıkardık aynı mahalledeki dostlarla ama bu sefer bir heyecanla hızlıca hazırlanıp yola düştüm saat 8:40’ ta. Önce dolmuşla Kadıköy, duraktan önce dönmek isteyince şoför; Bostancı durağına kadar yürüyüş, ardından dolmuşla Bostancı… Bostancı’ya vardığımda saat 9:30’du ve dostları arama zamanıydı. Tam olarak nerde bekleneceğini anlamasam da, Bostancı Beltur’da kahvaltı yapmaya başlamıştı Doğa Gezginleri birer ikişer, hemen aralarına katıldım.
En son 31 Mayıs’ta Adapazarı – Kocaali’nin Çoban Sayvant Köyü’nde yapılan etkinlikte beraberdik, sonrasında Gezgin iş yoğunluğuna dalıp sadece iş için gezer olmuştu.
Herkes birer-ikişer toplanınca Tuncay Kaptan kaptanlığında teknemiz Ayla-I söz verildiği gibi saat 10’da“Avara” dedi, denize açıldı…Tam bu sırada Maltepe’den hava durumunu bildiren; “yağmur yağıyor burada, iptal etmediniz di mi geziyi?” telefonu aldık Demet’ten. İyi eğlenceler dilekleriyle yol almaya başladı teknemiz Büyükada açıklarına doğru.
İlk molamız Büyükada’nın İstanbul’un Anadolu yakasına göre arka tarafındaydı. Demir atıldı, bütün yıl boyu dağ tepe yürüyüp, dere yürüyüşlerinde bulduğumuz suya atılan biz gezginler fırsatı kaçırmayıp hemen kendimizi Marmara’nın serin sularına bıraktık. Kimimiz tekneden artistik atlama teknikleri denedi, kimimiz en “bomba” atlayışı gerçekleştirme peşine düştü, kimimiz yüksekten ya da atlamaktan korktuğundan mı yoksa suyun serin olmasından çekindiğinden mi bilinmez, merdivenleri tercih etti. Teknede ise zeytinyağlı dolmalar, mercimek köfteleri ortaya çıkmış, kaybedilen enerjinin telafisi için hazır bekliyordu. Kaptan “vira” dedi: “Demir alıyoruz, istikamet Hayırsız Ada”.
Halk arasında “Hayırsız Ada” diye anılan Sivriada’ymış. Ama biz Büyükada’nın 1.4 mil kadar güneyinde, eni boyu 90 m olan, Prens Adalarının en uzaktaki, en küçük ve üzerinde yerleşim olmayan Neandros’a Balıkçı Adası’na varıyorduk. Meğerse Sivriada, Yassıada, Kaşık Adası, Sedef adası ile birlikte Hayırsız Adalar olarak anılıyorlarmış. Ağaçsız, çıplak bir kara parçası olan Neandros’un haritalardaki resmi adı Balıkçı Adası’ymış. Ege Denizi’ndeki Yunan adalarından biri olan Andros Adası’ndan göç edip, Heybeliada’ya yerleşmiş olanlar, Büyükada’nın arkasındaki bu küçük adaya kendi adalarının ismini anmak için Yeni Andros anlamına Neandros demişler.
Bu adalara neden Hayırsız Adalar denmiş, terk edilmişliğinden mi bilinmez ama bu ada da eskiden taş ocağı olarak kullanılmış ancak günümüzde taş ocağı terk edilmiş. Adada, Bizans döneminden kalma, bugün sadece bazı kalıntıları mevcut olan bir manastır varmış. Bir dahaki gidişte fotoğraf makinesi götürüp adaya çıkmak farz oldu.
Adaya demir attıktan bir süre sonra yağmur bastırmış, yağmur altında denize girme keyfini yaşamak isteyen biz gezginler yine denizle kucaklaşmıştık. Çıktığımızda ısınmamıza havlular yetmemiş, termoslardan çaylar çıkmış, o da yetmeyince rüzgar almayan bir noktada hemen kamp ocağında çay yapmaya başlamıştık. Bu sırada hemen börek yarışması düzenlemiş, hangi böreğin daha güzel olduğuna karar veremeden hepsini bitirmiştik… “Pazılı börek mi, peynirli börek mi? Burada da poğaça ve kurabiye var. Kek şimdi olmaz saat 5’te…” derken bir yandan da çalan Ankara oyun havalarıyla Türk usulü eğlendik.
Ardından daha az rüzgar alan son durağımıza doğru hareket ettik. Rüzgardan kaçanlarla, baştan Heybeli’ye gidenler birleşince koyda tam bir “tekne tarlası” görüntüsü hakimdi. Güneşin yüzünü göstermesiyle başta ben, birkaç miskin gezgin güneş keyfi yaparken kimi gezginler 9 Temmuz’da yola çıkacakları Gökçeada Kampı’nın planlarını yapıyordu. Genç ve enerjik gezginlerin atlayış denemeleri burada da devam etti… Ankara’dan gelen bir misafirin saat 8’de havaalanına yetişmesi gerekliliği de hesaba alınınca saat 5’te İstanbul’a doğru denize açıldık yeniden.
Aslında bütün gün İstanbul’da olduğumuzu, İstanbul’dayken sakinliğe kaçabildiğimizi, denize girmenin tadını, eski günlerde Bostancı’da, Salacak’ta denize giren büyüklerimizin ne kadar da şanslı olduklarını, bir günde iki mevsimi yaşadığımızı konuştuk yol boyunca… Saat 17:50’de İstanbul’daydık. Tuncay Kaptan’a teşekkür, birbirimize görüşmek üzere diyerek ayrıldık Bostancı İskelesi’nden…
Marmara Denizi’ne ilk kez 2007 yılında eğitim dalışlarımı yapmak üzere Yassıada’da girmiştim. Eğitmenimin de azizliğine uğrayarak yaşadığım kulak problemi ve ilk deneyimimin Marmara Denizi gibi bol yosunlu, denizanalı pek keyifsiz bir yerde olması nedeniyle son dalışımı tamamlayıp hala CMAS brövemi alamadım. Biraz temkinliydim tekne gezisine katılırken, deniz ne kadar temizdir acaba diye o yüzden…
Güney sahilleri gibi “akvaryum” gibi değildi, ya da dibi görüyorduk ama yosun vardı… Ama bu sefer yüzmek gerçekten büyük keyif vermişti… Yaz bitmeden tekrarını yapmak ümidiyle…