İspanya Gezi Notları (4)

4 Ağustos 2009 – Salı

Miro Müzesi, Katalunya Arkeoloji Müzesi, Botanik Bahçesi, Askeri Müze, Caiaforum, Montjuïc Kalesi, Denizcilik Müzesi, Barri Gotic Bölgesi, Picasso Müzesi, tekstil müzesi, çikolata müzesi, Santa Maria Del Mar Kilisesi, Ciutadella Parkı’nı göremeden, yetiştiremeden ayrılacaktık Barcelona’dan… Figueres’teki Dali Müzesi ve kent dışındaki dağa kurulu Tibidabo Kilisesi aklımızda kalmıştı… İncil’de İsa’nın sınanması bölümündeki anlatıya atıfla İsa Barcelona’yı kucaklamaktaymış burada… Orada bir dağ vardı yakında, gittikçe uzaklaşıyorduk ama.. Madrid’e gitmek üzere saat 9’da ayrıldık Barcelona’dan yeni anılarımızla aklımızdaki heryeri göremeden biten 3 günün ardından…

Eski Aragon Krallığı topraklarından geçerken, söz zaman zaman Aragones’e kayıyor, bademi, zeytiniyle ünlü bu verimli toprakların ortasında “Bloody Mary” efsanesini dinliyoruz rehberimizden… Tur otobüsleri için bir kural varmış, onu öğreniyoruz bu yolculukta… Belli bir km mesafe gidecekse eğer, 2 saatte bir 45 dakikalık mola verilmesi gerekiyormuş. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilinmez ama, Madrid’e varana kadar 3 kez mola veriyoruz.

Barcelona’ya 3, Madrid’e yaklaşık 2 saat uzaklıktaki Zaragoza kentine uğramadan geçmek istemiyoruz. Ebro Nehri ve Bazilika arasında bizi 70’li yaşlarında Zaragoza turizm gönüllüleri karşılıyor, şehir haritası veriyorlar. Zaragoza Pilar Meydanı’nda ise uluslararası bir bisiklet yarışı süprizi bizi bekliyor… Bir yandan rehberimizi dinliyor bir yandan kaçamak fotoğraflar çekiyoruz.

Pilar Bazilikası’nı dışarıdan gördükten sonra içeriye giriyoruz. Gotik mimariyle inşa edilen bazilikayı geziyor ve fotoğraflıyoruz. Görevliler fotoğraf makinesini işaret ederek birşeyler söylese de hemen flaşsız çektiğimizi söylüyoruz. Tam da bir ayine denk gelmişiz ne olduğunu tam anlamasak ayini sessizce izliyor ve fotoğraflıyoruz. Bazilikanın ünü ise mimarisinden çok öyküsünden kaynaklanıyor. İsa’nın havarilerinden birisi Hristiyanlığı yaymak için bu kente geliyor ama haliyle bazı zorluklar yaşıyor. Söylence o ki, Meryem Ana destek vermek için elinde bir sütunla geliyor ve onun sütunu diktiği yere bu bazilika yapılıyor. “Pilar” sütun demek.. Bazilikanın içine girdiğimizde sütunu bulmakta zorlanıyoruz, çünkü meğerse gözümüzde biz de çok büyütmüşüz, koca yapı içinde kısa mermerden bir sütun.. Ayin sırasında papazı görüntülememiz biraz da bu yüzden, çünkü ayini sütunun yanında yürütüyor. Ebro Nehri üzerindeki Taş köprüyü de gördükten sonra duraklama süremiz doluyor ve Madrid’e gitmek üzere yola devam ediyoruz.

O da ne! Yolun iki yanı rüzgar gülleriyle kaplı, sanki yel değirmeni tarlası! Bir yandan İlhan İrem’den “yel değirmenlerine karşı don kişot muyum?” diye soran şarkısını mırıldanıyor, bir yandan fotoğraf çekiyorum Cervantes’e ilham veren bu topraklarda yenilenen rüzgar güllerini görünce… Güney bölgesine gidildiğinde de güneş enerjisi panelleri tarlasıyla karşılaşılırmış…

BÖLÜM 2: MADRİD

Yola çıkışımızdan tam 8 buçuk saat sonra Madrid’e varıyoruz!! Trenle gittiğinizde sadece 5 saat sürüyormuş… Öğle yemeğini uzun duraklamalarımızın birinde yapmak niyetindeyken alışkın olmadığımız yoğun domuz kokusu nedeniyle vazgeçiyor, meyve suyu, cips, kraker gibi sağlıksız ve kokusuz şeylere yöneldik. Boğa güreşleri, flamenco dansları ve renkli gece yaşamı ile ilginç bir tatil merkezi olarak lanse edilen tarihi başkente varışımız saat 17:30’u buluyor. Plaza del Sol, Plaza Mayor, Paseyo de la Castellana, Boğa Güreşi Arenası: Ventas, Gran Via, Plaza de Espagna, Kraliyet Sarayı, Puerto De Alcala, Cervantes Anıtı, 2004’de 10 bombanın patlamayla 201 kişinin öldüğü tren istasyonu ve Estadio Santiago Bernabéu’yu içeren yaklaşık 2 saatlik bir panaromik turun ardından saat 20:00 sularında yine şehrin dışında olan otelimize varıyoruz.

Kaldığımız otel, Hotel Torre Garden Madrid’te, Barcelona’daki otelimizin tersine daha geniş, iki bölümden oluşan ve banyo kapısı odanın ortasına açılmayan görece güzel bir odada kalıyoruz. Ancak burada da kahvaltı salonunu, gizli kalması için labirent ile ulaşılır bir konumda inşa edilmiş buluyoruz… Her ne kadar doğa ve hayvan dostu olsak da otele gelir gelmez şehirde bulunduğumuz tarihlerde bir boğa güreşi olup olmadığını merak ediyoruz. Biz döndükten iki gün sonra bir güreş olacağından bu düşüncemizi de gerçekleştiremiyoruz.

Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra otele en yakın, 7 numaralı turuncu metro hattının Garcia Noblejas durağına gidiyoruz: Durak otelden gezgin temposunda 20 dakikalık yürüme mesafesinde, yani 1,5-2 km arası… İstasyonundaki bilet makinesinden yine metro ve otobüslerde geçerli olan “Metrobus 10 Viajes” on binişlik bilet alıyoruz. Barcelona’daki bilet burada geçerli değil. Pitis yönünde 7 numaralı hatta biniyor ve 2 durak sonra Pueblo Nuevo inerek 5 numaralı yeşil metro hattına Casa de Campo yönüne aktarma yapıyoruz. Hedefimiz Sol Meydanına şehrin merkezine çıkmak. En yakın istasyon olan Callao’da iniyor ve kalabalığa karışıyoruz. Hava karardığından akşam yemeği saati geldiğini anlıyor ve en yakındaki Burger King’e gidiyoruz 🙂

Calle de Preciados, Calle Mayor, Calle de Bailén, Gran Via en çok yürüdüğümüz caddeler, Plaza de Oriente, Plaza Mayor, Plaza del Sol ( güneş Meydanı) en çok gezdiğimiz meydanlar oluyor. Gerçi zaten şehir o kadar düzenli ki sadece bunların adını bilmemiz sayesinde hemen hiç harita kullanmadan, yön duygumuzla yol buluyoruz Madrid’de. Kentin kalbi Sol Meydanı; İspanya’nın sıfır noktası. Sol meydanından bütün büyük şehirlere mesafenin aynı olduğunu duyduğumuzda “bütün yollar Roma’ya çıkar sözünü” Madrid günlerimizde “bütün yollar Sol’a çıkar”a çevirmiştik. Bozkırda dağların arasından doğan güneş gibi meydan yarım daireden oluşuyor ve ışın demetleri ise ona gelen caddeler oluyordu. Meydanda Kral 3. Carlos’un atlı bir heykeli ve kentin sembolü Pardo Ayısı ve Kocayemiş Ağacı heykelini görüyorduk.

İstanbul’dan, Türkiye’den yola çıkmış ve önce Barcelona’da 3 gün geçiren bir ekip olarak Madrid’in doğal güzellikleri olmadığına hemfikirdik. Ancak bir Ankara çocuğu olan ben en baştan itibaren sorumluluk duygusu ve düzenliliğiyle ümitliydim Madrid’ten. Öğrendik ki Eski Madrid olarak anılan merkez dünyada metrekare başına en çok bar ve restoranın düştüğü alanmış, hatta Madrid’deki gece hayatı Barcelona’yı katlarmış! Yüzlerce yıllık güzel, şık binalar, çatılara yerleştirilen devasa heykeller, pencere ve kapılardaki yerel demir doğrama – ferforje işçiliğini seyretmeye doyamadık. Bu binalar arasında hepimizin her geçişimizde hayranlıkla bakakaldığımız Atocha Meydanı’ndaki Ministerio de Agricultura (Tarım Bakanlığı) ve Colon Meydanı’ndaki Biblioteca Nacional (Milli Kütüphane) ise güzel izler bıraktı hafızamızda… 3-4 gün sonra Ankara’da Tarım Bakanlığı ve Milli Kütüphane binalarımızı yeniden gördüğümde karşılaştırmaktan ve üzülmekten kendimi alamadım… Cibeles Meydanı’ndaki, mektup ve posta kartı kullanımının yerini elektronik rakiplerine bırakmasıyla Belediye Sarayı’na dönüştürülen eski Correo (Postane) ise ayrı bir güzellikteydi..

Madrid’deki ilk gecemizde dolunay bizi yalnız bırakmamış ve Plaza de Oriente’de bize eşlik etmişti… Kraliyet Sarayı’nın hemen önünde yer alan bu meydan yeraltı geçidinde İspanya’da bulabildiğimiz tek umumi tuvalete yakınlığıyla da doğa güzelliğinin yanısıra fonksiyonel güzellik taşıyordu. Ertesi güne enerjimiz kalması için bu kez yakındaki Opera durağından 5 numaralı yeşil hatta bindik. Pueblo Nueva’da 7 numaralı hatta aktarma yaparken rehberimizle karşılaşarak Garcia Noblejas’tan otelimize birlikte yürüdük.. Ertesi gün planımız Toledo’ya gitmek olduğundan saat 1’de erkenden yattık…

Gezgin