6 Ağustos 2009 – Perşembe
Kahvaltımızı yapıp otelden çıkışımız saat 9’u buldu. Hızlı bir tempoyla 20 dakikalık yürüyüşün ardından Garcia Noblejas durağından 7 nolu turuncu hatta binip, Pueblo Nuevo’da 5 nolu yeşil hatta aktardıktan sonra Gran Via istasyonunda 1 nolu mavi hatta Valldecarros yönünde giden metroya aktarma yapıyoruz. Atocha Renfe durağında indiğimizde tren istasyonunun içinde buluyoruz kendimizi. İstasyon girişindeki ,-ray cihazlarından geçip trendeki yerimizi 10:15’te alıyoruz ve trenimiz 10:20’de hareket ediyor. Sadece yarım saatlik hızlı ve çok konforlu bir tren yolculuğunun ardından varıyoruz Madrid’in 70 km güneyindeki eski başkente. Şehir merkezinden otele gitmemiz bile bundan uzun sürüyor! 🙂 Eski şehre varmak için rehberimiz taksiye binmemizi önerse de biz turist “hemşehri”lerimizin peşi sıra otobüs durağından 22 numaralı otobüse biniyor ve Zocodover’e çıkıyoruz.
Tajo nehrinin etrafını çevirdiği stratejik bir tepede surlar içine kurulmuş Toledo’ya gittiğimizde zamanda yolculuğa çıkmış gibi hissetmemek elde değil. Milattan önce 193 yılında kurulan şehir, Romalılar, Vizigotlar, Mağribiler’e de ev sahipliği yapmış. 2. Felipe Madrid’i başkent yapana kadar İspanya Krallığı’nın başkenti olmuş. Kendimizi Ortaçağ’da hissettiğimiz şehirde bir harita edindikten sonra hemen Alcázar’a gidiyoruz. Ama o da ne! Girişte kütüphane yazıyor ve kalenin ziyarete kapalı olduğu yazıyor! Etrafındaki hediyelik eşya satan dükkanlara sorduğumuzda restorasyon yapılmakta olduğunu öğreniyoruz. El Greco müzesi de restorasyonda olduğundan hiç gitmeyin diyorlar. Elimizdeki haritanın arkasındaki bilginin yeniliğinden böylelikle emin oluyoruz ve Katedrale doğru yürüyoruz.
Vizigotlar zamanında katedral olarak inşa edilen bina Mağribiler zamanında camiye dönüştürülmüş. 1226’da yeniden katedrale dönüştürmek üzere yapımına başlanıp, ancak 1493’te tamamlanabilen Toledo Katedrali, İspanya Başpiskoposu’nun mekanı olması nedeniyle çok görkemliydi. Dıştan Fransız gotik tarzı bir mimariyi yansıtan Katedral’in içinde Mudejar tarzı işçiliğin güzel örnekleri var. Bu büyük yapının yakınlarında o kadar fazla bina var ki Katedralin tamamını tek bir kareye sığdıramadım 🙁 Katedral girişi 7 €, herhangi bir indirim yok.
Katedralin içinde tavandan sarkan şapkalar görüyoruz, bu bize önce tuhaf geliyor. Farkediyoruz ki bu şapkalar daha önce aşağıya gömülmüş başpiskoposların mezarlarını belirten levhaların üzerinde sarkmakta! Meğerse ilgili başpiskoposa ait bu şapkalar mezarın üstüne düştüğü zaman mezar mahzene kaldırılıyormuş. El Greco’nun 18 tablosu, Kutsal Kupa gibi Hazinesini de gezdikten sonra şehrin sokakların dolaşmaya başlıyoruz.
Yakınlardaki bir marketten 0,20€’e aldığımız 1,5lt’lik su, seyahat boyunca 1TL değişimler sayılmazsa aldığımız en ucuz su. Trene yetişmek üzere 15’te otobüse binmeyi planladığımızdan o saate kadar şehrin sokaklarında kaybolmayı tercih ediyoruz. Sokaklar ve evler o kadar cezbedici ki her sokağı, her kapıyı fotoğraflamak geçiyor içimizden. Bademiyle ünlü İspanya’da bu kentte en çok Marzapan (badem ezmesi) satan yerler dikkatimizi çekiyor. Denemek için 0,50 €’ya aldığımız bir marzapanı iyi ki üçümüz paylaşıyoruz, çünkü Edirne badem ezmesinin yanında adı bile geçecek gibi değil… Siesta saati yaklaştığında dükkanlar birer ikişer kapanıyor. 6 gün boyunca ilk kez Siestayı yaşıyoruz. Ama öncesinde bir dükkandan kıt İspanyolcamla pazarlık ederek 26 €’ya satılan ipek iplikle işlenmiş bir “manto”yu 21 €’ya alıyorum(z)! Manto İspanyol şalının geleneksel kare olanı… Satan kişi burası Türkiye değil, burada pazarlık yok diyor ve ekliyor pazarlıkla bu fiyata aldığınızı kimseye söylemeyin! Tamam diyor, görüşmek üzere diyerek ayrılıyoruz. Yarı el işaretleri, az İspanyolca ile benzer kelimelerden faydalanarak anlaşmak hatta pazarlık etmek İspanyolca öğrenme şevkimi arttırıyor…
Demir işlemesiyle ünlü olan Toledo’dan gerçek büyüklükte olmasa da hediyelik kılıçlar almak mümkün. Bir de komşusunun Don Quijotte’sini benimsediğini görüyoruz, her iki hediyelikten birinin teması bu…
15:20’de tren istasyonuna varıyoruz, Madrid’e vardığımızda saat daha 4… Trende karar verdiğimiz üzere bir başka futbol mabedine Real Madrid’in üstü kapanabilen stadı Estadio Santiago Bernabéu’ya gideceğiz. Ama önce karnımızı doyurmamız gerek, paylaştığımız marzapanı saymazsak inanılmaz ama sabah 8’den beri birşey yemedik. Tren istasyonunun içinde yer alan küçük ama bakımlı botanik parkını “acıktım” diye sayıklanarak dolaşıyor ve hemen yanıbaşındaki Burger King’e giriyoruz. Çok acıktık ama kasiyerin “o çocuklar için, küçük bir menü” demesine aldırmadan 2,95 €’ya satılan mini buffet menüden alıyoruz, içindeki mini hamburger, patates kızartması ve içecek biliyoruz ki bize yetiyor 🙂
Karnımız doyunca 1 nolu mavi hatta Atocha Renfe istasyonundan biniyor ve Tribunal istasyonunda Hospital Infanta Sofia yönünde 10 nolu lacivert hatta biniyoruz. Santiago Bernabéu durağında inip yerüstüne çıktığımızda stadla karşılaşıyoruz. İçeri giriş bilet gişelerinin üzerinde 22 € yazsa da gişeye sorduğumuzda 15 € olarak belirtiliyor. Soyunma odalarına kadar gezilse de hiçbirimiz boş stadı görmek için bu kadar para verecek futbol fanatikleri olmadığımızdan stadın etrafını tavaf etmek ve hediyelik eşya dükkanını gezmekle yetiniyoruz.
Niyetimiz biraz olsun alışveriş edilen caddelerde gezmek, bulursak ucuz birşeyler almak olduğundan aynı şekilde geri dönüyoruz. Bu kez 1 nolu mavi hattan Gran Via durağında iniyor cadde boyunca Sol Meydanına varana dek yürüyoruz. Canımız kahve içmek istediğinden yönümüzü bir önceki gün gittiğimiz Juan Valdez Cafe’ye çeviriyoruz. Ama o da ne! Saat 7’yi 1 geçiyor ve orası saat 7’de kapanıyor, kapılar kilitli, içeride insanları görsek de içeriye giremiyoruz. Hemen yanında köşebaşındaki En Anciano Rey de los Vines adlı yerde caddeye atılmış masalarda dinleniyor ve garsonun yoğun övmelerine aldanarak Café Bonbon içiyoruz. Sulandırılmış yoğun karamele bir fiske kahve atılmış gibi bir içecek içiyoruz, şeker komasına girmek istemiyorsanız denemeyin… Madrid’de de garsona aldanıp yaptığımız bir şey oluyor böylelikle.. Ardından Gran Via’yı geziyor sonra Calle de Preciados üzerindeki Fnac, El Corte Ingles ve tabiiki Zara’da zaman geçiriyoruz. Müzik markette Türkiye müziklerini Avrupa müzikleri arasında görerek seviniyoruz, genelde Burhan Öçal ve Mercan Dede’nin enstrümantal albümleriyle karşılaşıyoruz ama Sabahat Akkiraz’ın türkü albümünü ve gülümseyen yüzünü raflarda görünce çok mutlu oluyoruz. Birimiz baştan birimiz bir süre sonra yorulup Zara’nın yanındaki Cervezeria (birahane)’nın dışarıya attığı masalara oturuyoruz. Açık büfe kahvaltılarında zeytin dışında hemen herşey olan bu zeytin memleketinde, yeşil zeytine yine meze muamelesi yapıldığını görüyoruz..
Elimizde poşetler bir önceki akşamdan göz koyduğumuz Plaza de Sta Ana’daki masalarda sokak müzisyenlerini dinlemek üzere yürüyoruz. Oturduğumuz masaya yine sıcakkanlı bir Akdenizli hizmet ediyor, karşımızda dolunay mor ışıklandırmalı Penthouse’dan göz kırpıyor ve biz üç arkadaş bira, mojito ve kahve eşliğinde sohbete dalıyoruz Madrid’deki son gecemizde… Müzisyenler bildik şarkıları çaldıkça onu mırıldanıyor, kah yan masadakilere, kah garsona laf atıyor şakalaşıyoruz ertesi gün gidecek olmanın da verdiği gezgin rahatlığıyla. Gün, ertesi güne döndüğünde arkadaşlarımızdan biri poşetleri ve sırt çantasını alıp otele gidiyor ve biz iki arkadaş başbaşa Madrid gecelerini keşfetmek üzere garsondan da aldığımız tüyolarla eğlence mekanı avına çıkıyoruz. Ya kafamıza göre bir yer bulamıyoruz, ya da bulduğumuz yeri çok kalabalık buluyoruz… Garsonun tarifine göre Latin müzikleri çalan Manu adlı yere gittiğimizde mekanı bomboş görüyoruz. Kapıdaki görevli Uruguaylı Tete bize buranın her yer 2-3 gibi kapandıktan sonra insanların gelip sabaha kadar eğlendiği bir yer olduğunu söylüyor. Daha kalabalık bir yer bulmak üzere bir süre daha sokaklarda geziyor sonunda dumanaltı yerlere girip beğenmeyip çıkıp yine Manu’ya dönüyor ve saat 3,5’a kadar Tete’nin de katkılarıyla eğleniyoruz. Bazı İspanyolların hayır dediğimizde pes etmediğini burada öğreniyor ve kendimize özgü taktiklerle oradan ayrılıyor ve otelimize dönme çabasına giriyoruz.
İlk hedefimiz tanıdık bir yer veya bir otobüs durağı bulmak. Çünkü haritamız arkadaşımızda kalmış ve tüm otobüs duraklarında harita var. Bir otobüs durağında bulduğumuz haritada nasıl gideceğimizi tahmin etmeye çalışırken N6 gece otobüsüne nerden binildiğini bilip bilmediklerini yakınımızdaki tüm güvenilir görüntülü insana soruyoruz. Birisi bizim gibi turist çıkıyor, Kanadalı hemşehrimizden yardım alamıyoruz… Bir diğeri İngilizce bilmiyor ve acelesi var.. Sonunda durakta oturan orta yaşın üstünde görüntüsü itibariyle çok da tekin bir imajı olmayan bir kadın bizimle ilgileniyor. Az İspanyolcamla N6’ya nerden binileceğini soruyorum. Anlatıyor; düz yürü, ilerden sağa dön, yürümeye devam et, çok uzakta değil, yakın, Plaza de Cibeles. Anladığım kelimeler bunlar ama ya yanlışsa? Cibeles mi Tibeles mi? Ah şu okunuşlar, aksan!… Teşekkür edip yola düşüyoruz ama kafamız karışıyor, bu sokakların hangisinden düz yürüyeceğiz? Sağdakinden mi soldakinden mi? İkileme düştüğümüzü gören kadın, yanımıza geliyor, tekrar tarif ediyor.. Bu kez “sakin ol” da diyor, onu da anlıyorum… Ve bizi gitmemiz gereken yolun belli bir kısmına kadar getiriyor ve bu kez anlıyoruz Cibeles! Banco de España da dedi, demek yakınlarında… Yeniden teşekkür edip hızlı adımlarla hedefe doğru yürüyor ve N6’yı Cibeles Meydanı’nda görüyoruz. Otobüse binerken Hermanas Garcia Noblejas Caddesinden geçtiğini tekrar teyit ediyor ve rahat bir nefes alıyoruz, demek ki İspanyollar çok yardımsever diyoruz.. Metrodaki gibi geldiğimiz durağı söyleyen bir sistem yok, durak isimleri de duraklarda yazmıyor, zaten ineceğimiz durağın adını da bilmiyoruz, sadece mahalle daha tanıdık geliyor. Ama o da ne! Otobüs farklı bir yöne dönüyor! Birkaç durak sonra inme kararı alıyor ve inen bir gencin peşine takılıp iniyoruz. Onun “az İngilizcesi ve bizim az İspanyolcamız” artık zeytinyağlı yemek tariflerindeki “bir fiske tuz, bir fiske şeker” kadar geleneksel… Otelin kartını gösteriyoruz, tarif ediyor ama içine sinmiyor, yakındaki bir taksiyi çağırıp GPS’ten bulduruyor ve yaklaşık 2,5 km uzağında olduğumuz otelimize gitmenin 5,5 € tutacağını söylüyor. Bizi taksiye bindirirken gülümseyerek “bi dahaki sefere daha fazla İspanyolca bilirseniz sizin için daha iyi olur” demeyi ihmal etmeden… Otele vardığımızda saat sabah 4:30’u geçiyor ve bavullarımızın hazırlanması gerekiyordu… Bavulları hazırlayıp 3 saat sonra kahvaltıya kalkmak üzere “derin” bir uykuya daldık…
7 Ağustos 2009 – Cuma
Bugün dönüş günü… Sabah 9:30’da otelden ayrılıyoruz… Otelimiz havaalanına şehirden daha yakın.. Yol üzerinde Madridlilerin son mekanları mezarlıklarını görüyoruz… THY 1858 sefer sayılı uçakla yerel saatle 12:35’te seyahat edeceğiz ama 1 saat rötarımız var… Bunun dışında rahat ve konforlu bir yolculuk geçiriyoruz… Bamtur kafilesiyle daha bir kaynaşıyoruz dönerken… Uçağın önündeki ve altındaki kameralardan kalkış ve inişi izlemek sanki uçağı kendimiz kullanıyormuşuz gibi hissettiriyor. Gözlerimi kapayıp bir süre dalıyorum, uyandığımda bugün nereye gidiyoruz diye aklımdan geçiriyorum… Oysa dönüş yolundayız ve İstanbul bizi karşılamak için serinlemiş… Türkiye saatiyle 17:30’da varmamız gerekirken 18:15’te iniyoruz… Pasaport kontrol öncesi domuz gribi H1N1’e karşı koyulan termal kameraların kontrolünden geçiyoruz.
Pasaport kontrol memuru güler yüzle karşılıyor ve hoşgeldiniz diyor ülkeye giriş mührünü vururken… Kim bilir ne zaman tekrar bu bankolarda olacağım…
Duty Free Alışverişçilerine Not: Parfüm vb birşeyler alma istiyorsanız Türkiye dönüş mağazalarına bırakmayın, en pahalı fiyatlarla karşılaşırsınız, Türkiye gidiş daha ucuz…