29 Mart – 4 Nisan Kütüphaneler Haftasıymış… Öğretmen ya da okul çağında değilsek genelde bilinen hatırlanan konulardan olmuyor “belirli gün ve haftalar”. Toprak’ın öğretmeninin “yarın etkinlik yapacağız, çocuklarıma sürpriz olarak bir kitap alın, bulmacayı tamamladıklarında kapının önünde bulacaklar” mesajı üzerine, eyvah dedim! Nereden alacağım şimdi, Kadıköy’e gidecek vakit yok, alışveriş merkezlerine gitmeyeli 1 yıldan fazla oldu.. Beynim durdu o an.
Size de oluyor mu bilmiyorum, böylesi anlarda bazen fikir üretemiyorum. Aklına güvendiğim kişilerle paylaşıp ilk fikir tetiklenmesini alırım. Bu sefer de öyle oldu. Kırtasiyelerde de kitap var, sakin dedi birisi, düşün var mı oturduğun yerde kırtasiye?
Altın değerinde sözler “önce sakin, sonra düşün”… “Nasıl sakinleşiyorum”u bir başka yazının konusu olsun.
Düşündüm biraz, evet var dedim. Sonradan “neden aklıma sadece o kırtasiye geldi ki, başka 2 tane daha var, ilginç” diye düşünsem de arka planda başka hatırlatmaları çalıştırmak içinmiş. Akşam iş çıkışı gideyim, arabayı park eder hem yürüyüş yapmış olurum, yoksa arabayla mı gitsem, ay yok daha neler 2 kez mi park edeceksin derken bir ışık yandı! Kırtasiyenin olduğu sokakta, az ilerisinde mahallemizin kitapçısı var! Nasıl da aklıma gelmedi! Üstelik çocuk kitapları seçkisi çok özel. (Ve mahallede bir kitapçı daha var sonradan eve dönerken hatırladım, ama aklıma buranın gelmesinin başka bir hatırlatması sürprizi varmış..)
Mahallemizin kitapçısı “Kendisi Bir Mekan”a girince yaklaşık yarım saat geçirmem için hazır bir ortam vardı. Sakin bir müzik, kahve kokusu, kalabalığı dışarıda bırakmış…
Alacağım çocuk kitap(lar)ını sonunda seçebilince diğer kitapların arasında kaybolmaya geldi sıra. Zincir kitabevlerinin aksine, reklam çalışmasına çok satma potansiyeline göre alınan kitaplar değil, kitabevi sahibinin ve seçkisini yapan kişilerin özeni karşılar raflarında. Hiç aklımda yok dediğim nice kitapla buluştuğumu hatırladım orada ve bir kitap ışıldadı diğerlerinin arasında: Yılmaz Güney’den “Oğluma Hikayeler”…
Oğluma kitap almak için gitmişken, kendime bu kitabı hediye etmek çok heyecanlandırdı.
Pandemi alışkanlığı balkonda havalandırma seansı sonrasında bu sabah elime aldığımda önsözünün ilk cümlesine takıldım:
“Oğluma Hikayeler’i yazmayı, daha 1972’lerde, Selimiye’de düşündüm.”
Bir dakika bir dakika bu Selimiye, Cezaevi, hangisi oluyor yani şimdi diye bir kıvılcımla araştırmaya başladım.
Meğerse, mahallemizin kitapçısının olduğu sokağın sonundaki “Selimiye Kışlası”nın askeri cezaevi olarak kullanıldığı dönemde, Yılmaz Güney de 1971 – 1974 yılları arasında orada kalmış. Mahir Çayan’ı evinde sakladığı gerekçesiyle… 1974 yılındaki Cumhuriyet’in 50. yılı nedeniyle çıkarılan genel af ile çıkmış. Araştırırken aşağıdaki videonun 46. saniyesinde ise Yılmaz Güney kapıdan çıkarken karşılaştım.
Yılmaz Güney’e yoğun bir hayranlığım, neden cezaevinde kaldığına dair bir bilgim, hayatına dair bir araştırmam da yoktu. Ama içimde heyecan ve ama kırgınlık taşıyan bir yanı olunca biraz araştırdım, neden olabilir diye… Beni ‘solcu abilere duyulan hayranlıktan’ aldı başka yere götürdü. Nebahat Çehre ile evli oldukları dönemde uyguladığı şiddeti okuyunca ¹ içimdeki kırgınlığı kocaman bir yumru olarak iyice hissettim.
İnsan en çok hayranlık uyandıran kişilerin sevgiyi şiddetle harmanlamasına, bunu normalleştirmesine kırılmıyor mu? Anlatılanlara göre, bu aşkta da çok tutkulu, (ama) dayak ve şiddetle dolu bir aşkları varmış… Okuyunca bile irkilmeye sebep olan bir olaydan sonra, ilişkileri bitmiş,1968’de boşanmışlar, ama aşkları hiç bitmemiş…
Bu kitapta, Yılmaz Güney’in oğluna 13 hikaye ile sesleniyor. Hikayeleri sırasıyla okurken, anlatımındaki, kalemindeki ve duygularını yansıtmasındaki gelişmeyi de görüyorsunuz. Konular ise siyasi bilinci, halkların kardeşliğini 6-7 yaşlarındaki bir çocuğa anlatır yaklaşımda… Bundan birkaç sene önce olsa belki kıssadan hisseleri daha etkileyici bulurdum. Ama bugünkü bakış açımla bir çok kısıtlama, engel, güvenmeye dair atalarımızdan miras bakış açılarıyla karşılaşınca duraksadım. O günlerde bu korumacı yaklaşıma daha çok ihtiyaç vardı belki de…
İlk hikayelerde sevdiği kadına şiddet gösteren, ‘şiddetli sevmeyi’ makul bulan Yılmaz Güney’i okurken, ilerleyen öykülerde yaş alan, ölene dek sevdiği anlatılan kadından ayrı kalan ve şiddeti meşrulaştırmayan bir Yılmaz Güney’i okuyorsunuz…
Kitabın sonunda beni bir sürpriz bekliyordu, Uğur Mumcu’nun ölüm yıl dönümünde bize yaptığı çağrışımları konuştuğumuz o cümlenin bir başka şekilde söylenişi:
“Başkalarına haksızlık edenler olursa, haksıza karşı haksızlığa uğrayanın yanında yer almalısın. bir haksızlığı görür de o haksızlığa karşı olmazsan, sen de o haksızlığa ortak olmuş olursun.”
Mahallemde karşılaştığım Yılmaz Güney, o sorumluluklarının bilincinde ve bizlere hatırlatır haliyle selamladı beni. Kitabı bitirdiğimde başka kitaplarını okur muyum bilmiyorum ama filmlerini bu aklımla izlesem ne güzel olur heyecanıyla selamladım ben de onu…
Selimiye, 9 – 13.04.2021